18 Mayıs 2010 Salı

*Ret

reddediyor
reddediyorum
senin sınırların var çünkü
hayatın ucu bucağı yok
hayat kabulüm

reddediyor
reddediyorum
senin zincirlerin var çünkü
onun bir yere bağlanacağı yok
hayat kabulüm

reddediyor
reddediyorum
senin paran var satın alacak
biliyorum hayat beni satmayacak
hayat kabulüm .
.
.
.
.
.
.
.
ezbere kabuller sırtımızda kambur
akla ur, duyguya kum fırtınası, karşı dur!
havanın zıtlaşmasıyla başlıyor yağmur

*Ramallahlı muhammet

nerde bir kurşun sesi
orda senin son nefesin muhammet


nerden gelirse gelsin
kurşun çocukluğundan geçer
nereye giderse gitsin
seni alır da gider muhammet


ses ramallah’tan gelse de
ses başka bir yerden
tetikte musa’nın çocuğu
tetikte isa’nın çocuğu
tetikte muhammed’in
muhammet sen namlu ucunda


nerde bir kurşun sesi
orda senin son nefesin muhammet

*İçinden nehir geçen gerdanlık

....
yoksa kent, kendi içine sur mu çekmeli


I
anı


bir kentin anısı nasıl
nasıl yurt eder belleği
eder, düşkentiniz ikizini bulursa
adını, aşk hanesine kazıdım belleğin
nerde daralsam okudum :
budapeşte

II
içinde geleceği oturan


dişi bir kent, ama artık doğurgan değil
yok öyle eteklerinden asılan
bakımsız çocuklar gibi kimsesiz evler
hepsi de uzaktan, ana bir, baba bir
kardeşe benzer

buda ve peşte, yaşı yakın ana-kız
buda, taş gibi bir kadın
peşte,oyuğundan dökülmüşü
çıkaramazsınız
buda mı ana, peşte mi kız

peşte’de cadde araladıkça evleri
buda’ya gökyüzü düşer kardeş payı
şişer taşın ciğeri genişler
bir evden karşı eve
duymasan motor sesini
-henüz tüfek icat edilmemiş sanki-
ok atsan zor yetişir
kat özgürlük alanı ’na , kahramanlar ’ı
-boğaziçi’ni bırakıp gelmez ya-
getir istanbul’u yerleştir

budapeşte; geçmişi kendine gurbet
içinde geleceği oturan bir kenttir


III
taştan dizeli şiir


taştan dizelidir ezberlenesi
gül kökünün serenadı sinmiş
taştan dizeli bir şiir-
diyorsam benlik laf değil
kim gitse okur, alfabesiz gözlerle
bir nehir şiirdir, sakin imgeli
o mu tuna’da akar, belirsiz
tuna mı onun içinde


IV
içini çeker, içinde nehir


tuna, kanı koyulmuş su
yüzünün tam ortasından kentin
kızılca perçemdir, dökülür
öper ayaklarını ve gider
giderken gözyaşıdır nehir
artık
buda ve peşte demektir ayrılık

iyi ki köprüler var, uzanır toka gibi
kör etmez köprülerin gölgesi kenti
orda hilâl kaştır, yakışır


V
gündüz iki, birden az geceler


kentin ışıklarına yenilen
ufka çekilmiş geceler

nasıldı öyle karakışta
karış karış dolaşır üşümezdim
kar yağar omzuma,göğsümde erirdi
halâ soba kurmam odalarıma
sevdapeşte’yi anımsar
ısınırım


VI
beton rengi üşüme


şimdi her yerde yeşil üşüyor
çimento seli bastıkça sokakları
geri dönüyor bulut, yağsa kar üşüyor
mezar kazıcı seslerle tok tok-
vurdukça beton dolusu yerlere
içi dağları çekiyor insanın
ya evler nereye gider canı sıkılsa
dokunmayın kelaynak kentlere
kent var bir tuğla fazla gelir bozulur
kent var duvar duvar yıksan düzelmez

budapeşte,geçmişi kendine gurbet
budapeşte, içinde geleceği oturan
bir kent-şiir gibidir
bir söz daha eklense dizelerine
dolaşır “ayağı”, ritmi bozulur

budapeşte içinden acılı nehir geçen
dünyaya andaç bir gerdanlık
göğsü tutulmuş kentlere merhemdir

orda
şiiri anımsadım yeniden

*Bağışlasın beni kalan sayfalar

sevgi, rümeysa, tahsin, mehmet ve mustafa’ya...





daha ne güzel sayfalar var beyaz
ak gerdanı gibi aşkın
yatağına uzanmış çağırıyor
gel beni yaz gel beni yaz
bağışlasın beni kalan sayfalar

ama
bu kalan sayfa kalemim olsun
kurşun kalemim
vursun

ama
şu sayfa dağım
içimde yedekte dursun

öbürü savaşım, hiç başlamamış
şu mavi sayfa barışım
tükenmez kalemle doldurulsun

burda boya kalemimi ver anne
son sayfa aşkım olsun
serpici bir sayfa
sonra çocuklar okusun
kokulu deftere geçirsin

daha çook yazılacak sayfa var
bağışlasın beni kalan sayfalar

*Son söz

tüm şairler için; ‘ şiirler özeti şair’ a.zeki öğüt(azzeki) çocuğa; bin yıllık kardeşime…




sular çekiliyor kardeşler
binlerce yıl uzağa
yana yana çekilirken
dünya koca bir anız yangını
her tarla başında
bir ‘an’ kavgası

iklim değişiyor
kutuptan kutba karış karış
havalar bozulurken
bir kutup bir kutup da bizden
her saat farkına bir kış

şimdi kardeş
daha kardeş olma zamanı
çiçekler seyrelmesin diye
saflar sıklaşmalı
.
.
.
.
.
.
.
öyle sıklaşsın ki saflar, rüzgâr devrilsin
öyle sık serin, güneş gölgemizde dinlensin
öyle sımsıcak, kurşun ta karşımızda erisin

*Kırk’a doğru

kırk’a doğruyum
çıkarsa kırkadır yolum:

çıkardım üç beş yılı çocukluk
beş on yılı başım eve dönmedi
düşlerle esridim,
ayıldım düşüşlerle
kaç saman kâğıdı yıldı
ömrümü sardım,
sundum, bir nefes şuna
bir nefes buna
sonra telaş diye bir yere
yıllarca yılımı gömdüm

kırk’a doğruyum:
on iki mart’ı, on iki eylül’ü gördüm
kırk yerinden vuruldu, kırıldı ömrüm
hâkî yılların çarmıhına gerildi
sellere kapıldım rüzgâr üfürdü
kurtlar kuşlar kalanımı götürdü

kırk’a doğru
doğru bir hesaptır bu
ömrümden düştüm bunları
bütün bunları düştüm
kalana baktım ki
kırkım çıkmamış

*Çöküş

ilikte deprem bu,kemik yalıtır,ten sarsılmaz
ruhundan çekilir nehir,ruhunu basar deniz
yüzüne bir çizgidir yıkılan,saçına beyaz
yürek saatli bomba,göğüs duvarında dilsiz

diz boyunca kardasın toprak neden kupkuru
yağmayan yağmurdan mı çamur beline kadar
hadi yürü duvarlar koşarken göğsüne doğru
ayaklarında unutuluşla örülen ağlar

göğün göç yolundayken,uzakta uçuşur kuşlar
seçer yağmur seni,saçına değmeden yağmıştır
gecenin her salisesi durur zihne ur işler
gün, gökten yorgana düşen saati bozuk taştır

artık masanın üstü tenha,sandalyeler bomboş
yel bile kapına dargın,zil ölüden de dalgın
adını ünleyen yok,sözcükler cümleden düşmüş
çöktükçe ağırlaşırsın koltuğun senden yorgun

ne sen içindesin ne gün farkında senin
aynanın alnacındayken,aynadaki yüz kimin
ah o kerpiç batındaki cila yalayan cenin
senden mi kurudu, balkonda asılı adam kim

ne güzeldi her akşam tüm lambalar yanıyordu
güneş yatıda gibi yanında uyanıyordu
merhabalar çiserdi, koruk yüz şarabolurdu
çölde bir ıslık çalsan,arkanda nehirler ordu

ah şimdi akmıyorsun nehrin iniş yatağında
önünü çöl kesmiş,yol kum fırtınasında yitik
hakkını yiyorsun ömrün, hayatın yutağında
sus! duyulmaz bu kolonsuz çöküşten gelen çığlık

*Yalnızlık

remzi inanç’a


nicedir sandalyeyim
oturanım yok

nicedir masa gibiyim
üstümde gereksiz eşyalar

nicedir masa sandalyeyim
el ayak çekildiğinde
birbirine çatılmış

*Ağlayınca

ağlayınca
gözlerimden kalkar gider dünya
canıma geniş açılan pencerenin
buğulu camını siler
tuz gölümden iki damla
düşer taşlarım beynimin kasığından

ağlayınca
ateşim iyice yükseldiği zaman
serin yaz yağmuru iner kemiklerime
ağlamak iliklerime geri çekilir
temizliğin titrek kokusunu solurum
ben bir hoş olurum
annem görse kahrolur

göz kapaklarım söndürür ışıklarımı
içimde güvenlik tamam
yeni bir dünya kurarım zor değil
göz var gönül var
gözyaşı yok

*YADSIYIŞın tırnağıyla açtığı tünelde yadsıyan da kalır

bir dile sokmak bile hak
birine sökülürken bile konuşmak yasak

bir ‘geçmiş’ şimdiki zaman gibi
bir ‘gelecek’ takvimden koparılmış yaprak

aynı evin bir bacasında kuşlar üşüyor
bir bacası hamam göbeğinden sıcak

bir bebek doğamaz cehenneme gömülür
birine doğar doğmaz öğretilir ‘uçmak’

birinin tabutu omuzlarda
birinin üstünde avını bitirmiş ayak


...

..

.
.
.
/tünelde kalan tüneli bombalamaz çıkabilmek için/

*Kimsenin canı yanmasın

I
anne bir çocuk getirirken
dünyaya iyilik gibi bir çocuk
göbek bağı içinde kalır
tam kalbine bitişik

/kimsenin canı yanmasın/

hangi babanın göğsünden geçmeden
oğluna ulaşır kurşun

bak ne anneler gidiyor
gölgesiz oğullar ardından
gölgesi gibi
göğsünde capcanlı tutarak
bir sapma’ya dipdiri saplanmak bu
oğul yangınından,ömrü sonuna
upuzun bir ayakta ölmek
kendi ölümü bir annenin bu yüzden
iki kürek toprakla söndürülmek

hayat zaten çocukluğa bile kısa
toprağın altında uzunluk yok

/kimsenin canı yanmasın/


II
senin bir yerin acırsa
benim her yerim acır
oysa bir yerin varsa dünyada
bende yer kalmaz kendime

senin bir yerin acırsa
acır benim her yerim
örneğin arı soksa elini
yılandan zehirlenirim

çocuğum canın yanmasın
…..
….

..
.
.
.//“cennet ayaklarının altında” annem
hemen orda bitiyor cennet
yukarısı cehennem//

*Yolcu

yolcuyduk
belleğimiz göçtükçe büyüyen
tümülüs dağlar altında soluksuzdu
unutulduğumuzu unutmuştuk
kanıyordu ayna ve ırmak
yüzümüze tutamıyorduk

yorgunduk
yanlış sayıldık sıralarda sisli yıllar
koyun koyuna yatan koyunduk
oyun bilmedik hiç, kurt bilmedik birbirimizi
ama dokundu işte
yünümün ‘kırkım’a dek ömrü olsa da
dağlıçken karaman diye çağrılmak

yorgunduk
ipleri denizaşırı
deprem ayaklı coğrafyada
bir düşüp bir kalkmaktan
midemizde saban ağzı
çizmelinin tarlasını çizmekten
bir sulum ekmek için
dünyanın bütün fırınlarını gezmekten

yorgunduk
vadeli dünyayı nakde çevirenden
ve kurduğu bozuk cümlenin göçük boşluğunda
sakalına bağladığı yarınımızı
saçından asılırken düne

yorgunduk
duman alev suda söylenen tarihin
beş on bin yılının geçtiği
gövdesi dört yana gergili bu yerde
çınar gibi kök salarak hem
hem kavak gibi verilmekten hızara
yekbeten’den* çok önce
dersim’den hemen sonra

yorgunduk
oğul getirir gibiydi kadınlar
boş peteklerde kovan kovan çocuk
ondandı
paçamızdaki bakımsız ellerden
huzurla bakamadığımız gökyüzüne

ve çadırlarda
öksüz yetim
bir başı dağlarda ayaksız
bir başı ovada başsız
dağlı,köylü ve her kente yenik
hep bir sancağı
bir dostun kucağına yeğledik-
yeğlendik
yorgunduk

yolcuyduk
yılkı atlara bindik
yolcuyduk
garsız trenlere
çölde gemilere yüklendik
kimimiz bir mermiye binerek uçtuk
kimimiz yayan yapıldak yürüdük koştuk
durduk çoğumuz
ama yorgunduk
ama yorgunduk-
yorgun hepimiz
.....
....
...
..
.
.

/yorgunduk
kafileler bel bel bakıyordu
ruhumuzdan kanlı terler akıyordu
tarık ışığıyla karıyor
yaramıza yakıyordu
ve su toplayan hayallere
yine yolcuyduk/

*Çevre

içimiz beyazlarsa , çevre miz yeşil olur



defnelerin dibine
baran yerine yangın
kökünü yakmayacak

dağların doruğuna
kar yerine kan
yamacına akmayacak

önce iç denizlerimiz kirlendi
kötü kentleşti
içimize kurduğumuz kentler
bakmayın toz kalkmadığına
önce içimizde başladı erozyon

orman aşkından tutuşanlar
yeşilden kibrit çıkardı
kâğıt incesi ciğerine annelerin
ormanı yakan da ağaç soyundan

aklımıza bastık patladı
düşüncemizdeki mayın
yüreğimiz cephanelik zaten

çiçeği kökünden sökerek sevdik
yar saçını okşamadı bir türlü
yumruktan açılmayan elimiz
dünya yörüngesinden çıksa da
cebimizden çıkamayan elimiz

böyle çekildi nehirlerimiz
toprak,harcı gibi tutan kökten
böyle koptu toz bulutu olarak
hava camdan mıdır, çizilir mi
böyle çatladı gökyüzü

kaç insan varsa o kadar doğa
o kadar dünyaydı kirlenen
.
.
.
.
.
.
defnelerin dibine
baran yerine yangın
kökünü yakmayacak

dağlardan kan
ovama akmayacak

16 Mayıs 2010 Pazar

*İp

hüzün ustamdır benim,acının çırağıyım

sağlam bir ip ver dedim yaşamın ustasına
çürük bir yumak verdi,çektikçe kopuyordu
koptukça damarıma kör düğüm atıyordu

çiçekten bir ip dedim baharın ustasına
yağlı bir urgan verdi boynumun ölçüsünde
hüznün kuru dalında müebbet asılmaya

ipek ip ver dedim kanat dokuyucusuna
yerden uzaklaşmaya,serçe yeğniliğinde
rüzgâra tırnak oldum,uçurum kazımaya

*Newroz

yalandan kavgalıyız
newroz barıştır bizi
suyduk kana karıştık
newroz ayrıştır bizi

havalar ağır basık
karanlık, gün gövdede-
azıp duran sarmaşık
çağa yakıştır bizi

küsüz dağın haberi var
yandık uykusuz sular
tanrı neredeyse duyar
hayata karıştır bizi

yakalım kanlı gömleği
cebinde acı günlüğü
o da yetmezse belleği
yarınla yarıştır bizi

newroz barıştır bizi
çağa yakıştır bizi
hayata karıştır bizi
yarınla yarıştır newroz

*d o ğ r u

iki nokta böyle uzar, buluşur
böyle bulunur en kestirme uğru
*

doğru

önce akşam ayı gibi yapyalnız
sonra günde güneş, gecede yıldız
*

doğru

eğrinin aslı, evrilmiş eğri
üstünde bükücünün izleri
**


d o ğ u

git ki güneş hiç soğumaz
git ki hep bu yöne doğru
*

doğu

tanrıların köyüdür
kulların mezarlığı
*

doğu

uygarlığı doğuran yerdi
şimdi ölümün uygarlığı
*

doğu

güneşin batını sanır kendini ufku
soyka mı şimdi batının altunî ufku
**


d o ğ u m

iki damla meniyle yokluktan
varlığa atılan gevşecik düğüm
*

doğum

karanlıktan ışığım ben
bir tansıktan tansığım ben
**


d o s t

derde duyar dağ, sırra kör kuyu
duyuran kanyon bizlik türküyü
*

dost

oyu dostunun elinde
düşman adayı
**

d u a

güneşe mumundan ikram
karanlığımızdan şua
*

dua

tanrıyla gizli görüş
açık konuşma
**

*Dudakların Özetindir

dudakların kızıl bir özeti aşkın
sen ki
uzun anlatıldın
ne sancılar çekti zaman
seni karnına düşürdüğünden beri
sular seni fısıldadı
fırtına çamurlar seni
dipsiz zamanın karanlık yerlerinde
yeşil yosundan mavi göze
karanlıktan aydınlığa söylendin

ne sancılar çektin
ağrıların sevgi bulundu dindi
sen sen oldun yeryüzü sayfalarla
kan sayfalar çevrildi dudaklarına kadar
sevda sayfalar
uzun anlatıldın

sular bengisular kıyısında
kutsanmış kızıl düşçiçeği dudakların
aşkın heyecanlı bir özeti
bir düş gibi yaşamak tadında
imgenin bal dese,cennet dese yetemediği

ama ben ayrıntını merak ederim hep
dudaklarındaki önsöz yetmiyor
dudaklarındaki o kızıl özeti aşkın

ayrıntılarını okumak istiyorum
ağzından

*Jiyan

I
çatısız bir hayat bu jîyan
duvarların duvarların arkasında
duvar yıkmak için acemice
çatısız duvarlar ördünüz
hayatla aranıza

bir şafak penceresinden atlayıp
binlerce akşamdır giremediniz
evinizin kapısından
binlerce akşamdır
sıvalı bir duvara yaslanamadan
kaya yastık,bulut yorgan
anlamadan dünyayı
yıldızları anlattınız
tek tek tanırsınız bulut örtse de
adınızla bilir sizi her yıldız
‘çoban yıldızı’ uçurumda yoldaşınızdı

çatısız bir hayat bu jîyan
yüzlerce yıl dağlarda kalmak
vurgun yemiş yabani çiçek
kanatsız göçmen kuş gibi
kar erimez saçlarınızda
yağmur omuzlarınızda
kayalarda seker gibidir
hasret kanınızda dondurulmuş ateş
ne uyanmak sevgili öpüşüyle
ne uyumak öyle

upuzun bir uykusuzluktur dağlar
dağlar delik deşik...deliksiz uyur
yaslanıp omzunuzda

ya çekip gelin yangın hayallerinizden
ya dağları kendinizle getirin


II
kuşum ben daye
sürüngenim bulutlarda ve mahi
hem ceylan yavrusuyum
hem aslan
vurarak çocukluğumu hayallerimle
sübyan çağımda çıkarım
yaşlanır inemem

doruklardan nişan alır
hedef tahtası olurum
eteklerde kendime
kalbim vurulur
..durmaz çünkü sendedir
kalbin durur

dağlar dedim ya
dünyanın memeleri dağlar
dehşetle seviyor bizi daye
şehvetle lav emzirtiyor
sönmüş yanardağlar
yari tutuşturan
karın üşüdüğü dağlar
güneş şuracıkta oysa
yayan bir gecelik yol

kayayız burda daye,otuz,ağacız
erken açan,üşüyen çiçek
gündüz inimizde korkak
deli bir çığız gece
ne dostumuz var kucaklasak
ne kin güdecek düşmanımız
adımız neydi unuttuk
eminim sizin de bir yüzünüz vardı

geçen yüzyılda bir yıl
kimim diye çıkmıştım
şimdi penceresinden ışık sızan
perdesiz evler
beni kim diye çağırır

dağları getirin diyorsun daye
dağ oldum gelemem ki
…..

….



..

.

sönmüş yanardağlar zehirli lav emzirtir
buhar olur akmadan içimizdeki nehir


*jîyan: hayat / daye : anne

*Ağlayınca

ağlayınca
gözlerimden kalkar gider dünya
canıma geniş açılan pencerenin
buğulu camını siler
tuz gölümden iki damla
düşer taşlarım beynimin kasığından

ağlayınca
ateşim iyice yükseldiği zaman
serin yaz yağmuru iner kemiklerime
ağlamak iliklerime geri çekilir
temizliğin titrek kokusunu solurum
ben bir hoş olurum
annem görse kahrolur

göz kapaklarım söndürür ışıklarımı
içimde güvenlik tamam
yeni bir dünya kurarım zor değil
göz var gönül var
gözyaşı yok

*Yüzüm ateşin ülkesi

yüzüm acıdan
acıdan pişmiş toprak
akar içinden iki nehir
iki göz iki çeşme
ağlar içli kız dicle
lori
deli fırat çağlar
çağlar geçirdi yüzümde

kavını hurri’den guti’den alıp
kawa’nın yaktığı ateş
yanar durur iki nehrin arasında
ateşi sular-
köpük köpük körükler
dinle!
neler fısıldıyor alev alev höyükler

güneş her sabah
kapımızı çalan tanrıydı
içimizden biri
dört yönümüze doğar
batardı içimize nemruttan
alında secdesiz dövme
ne tende ter
ne canda telaş
dua gibi avucumuzdaydı
demire okuduk,ocağa üfledik
‘inme’liysek de dağlara yürüdük

dağlar bulut kubbeli tapınak
kitabı yok kitabında yakmak
ateşi meşalede,ateşi çoban ateşi
bu kazanının altı köy orman
bu üstü insan cehennem
bugünün işi

kimsin diyorsun ya
tozunu al yüzümün
altında mezopotamya
cennetin doğduğu yer
tanrı burdan çıkardı cennetin örneğini
ve dedi başka cehenneme gerek yok
sizinki iki dünyaya yeter

aşk burdan kovuldu ilk,harlandı
mısır burdan çaldı ateşi
bir tümülüsün kör penceresinden
helene satarken gördümdü
tuncu gördüm buğdayı
atı kırbacı gördümdü

yüzüm mezopotamya
ateşli uykular altında
altında nabzı atan höyükler
kanatmadan açarsan
bir harita bulursun bir gemi
yalvaç işi nuh nebîden
açıl yüzümden geçmişe doğru
açıl ki yüzünü bulursun
göğe güneşe doğru

yüzüm cennet-cehennem
yüzüm
anadolu’dur

…..….…..../ateşi samanla örtenduman için sis çağırır/

*Tersine

canımda ne kadar çoksan
o kadar azsın tenimde

düşümde ne kadar varsan
gerçekte o kadar yoksun

yüzümde ne kadar gizliysen
özümde o kadar açık açığa

ne kadar özlem olup taşıyorsan
o kadar uzaklarda akıyorsun

geceme ne kadar ışıksan
o kadar gündüzüme kısık

ne kadar ağrımda çığlıksan
ilacımda o kadar susuk

herkesle ne kadar yalnızsam
seninle o kadar kalabalık

ne kadar bende var oluyorsan
o kadar yok oluyorum sende

*Sokağa çıkıyorum beni toplama

“sokağa çıkıyorum anne akşama makarna pişir”
ceylan önkol


sokağa çıkıyorum anne, yol kaldıysa,
sokağa çıkıyorum, beni toplarsın.
devlet karavanasına katacak,
beni toplarsın..

sokağa çıkıyorum anne, dağa değil
dağa çıkmaz sokaklar çıkıyor
çıktım keskin nişancı devlete,
boydak nişan tahtası

kuş canıma kurşun reva görülse,
güzel ölürdüm.
ama boyumdan büyük bomba
un ufak parçalanmak değil bu
atomlarca dağılmak
atomlarca dağıldı da canım
kan sıçramaya yüz bulamadı

demek korkuyor devlet benden, anladım
korkmasa taş atardı

eteğine topladın anne
topladın ya
aha şimdi, şimdi parçalandı yüreğim
koynundan yoldular da et kemik
eteğine doldurdun
madımak gibi
şimdi eteğinde dağılmış bir bebeğin var
eteğin anneciğim
eteğin mezar
eteğin dağ eteği, dağlanmış
ve doruklarda yanmaya başladı
yağmur dolu bulutlar

beni anne
ülke parçalanmasın diye top’ladılar
ve sen topladın eteğine
bütünlük sağlandı şükür

bütünlük için bütün bunlar
ormanlardaki ağıt
diklenen bir dal görünsün diye
ateşin biçtiği dağ dolusu fidan
kelebek yangınları

bütünlük için gecedeki
azraili ürküten dişli gölgeler
bütünlük içindir ateşin silgisi
köyler kurşun kalem yazısı, silinir
ömrünün bütününe ömür kalan çocuklar
bütünlük yüzünden parçalanırlar

is yapıştırır, kan yapıştırır mı haritayı
bombalar mı kapatır
gerilmiş kalbimizden geçen fayı
kimim ben, burası kimin
sıla mı gurbette anne
gurbet mi içine almış sılayı

pusulayı icat eden kadrana
niye koymuştur ki doğuyu
anlaşıldı bütünlük için elzem
içi lebalep asit
mezopotamya kadar bir kuyu

anne burada sokağa
yalnızca devlet çıkar
mermi çıkar, top çıkar, panzer
çıkar ve panzer çıkar
çünkü sınır sokaklardan da geçer
ve dağlar da geçebilir diye
devlet sokağından vazgeçmez
ülkeyi sokağa atar da
sokağından vazgeçmez

çünkü bugün sokağa çıkan çocuk
büyür bir gün
dağlara çıkar


anne ben dağa çıkıyorum toplanıp
toplanıp arkadaşlarla
azığım makarna olsun
doruklar gökyüzüne bir adım
tanrı ordan görüyordur belki
beni toplama

*Ülkemle Ben

I
biz hem bir elin parmağıyız
hem hiç benzemez parmak izimiz

üç yanı deniz bir yanı kara ülkemin
benim dört sınırım kara bir yanım yar
iç sınırlarımız uç sınırlarımız var bizim
sinirlerimiz kadar sınırdan
oturulacak toprak kalmamış
bir de göklere buluttan denize sudan
insana geçmişten sınır çizeriz

biz hem bir elin parmağıyız
hem başka kollarda bileğimiz

ben geçmişi görmedim o önünü görmez
tepesinde alıcı kara bulutlar çevreninde talaz
bense bulutların üstündeyim, ülkemin altında biraz
kayan yıldızları tutmak isterim o yutar durmadan-
altımızdan kayıp giderken her şeyimiz
say ki bu kokmuş et ortasında bir şey kalır gibidir
kemik halk ve içinde ilik tiranlarımız

biz hem bir elin parmağıyız
hem bir elde kırk yumruk gibiyiz

II

yüreğim de benzer ülkeme
dört mevsim beş iklimi bir güne sığdırırız
don keser çiçeği,kanar meyvemiz

onu şeytanî şeyler sallarmış, göğsümü insanî haller
okunmayan kitaplar,köyler yakılır birinde
birinde yaşanmamış aşklar
bir gün karanlık sonsuzluğun
eşiğinde erken durur yüreğim
ülkem de yanı uçurum bu yolda
gecikmez yüreğime benzer

*Kapıları kırmalı

ne desem açılmıyor kilit
açıl desem diz çöksem
omuzlasam olmuyor
kapılar kırılmalı
bunu gökyüzü diyor


kırılmalı kapılar
demiri,körü,karası
sınır kapısı
ve kafatasımızda
anahtarı belleğin uçurumundaki


artık kırılmalı kapılar
ayaklarımız uzun adımlar atmalı
kanatlı adımlar
ciğerlerin içindeki dağlar ip atıyor
tutulmalı
ve uçurumlar açmalı ardımızda kalan
kapılar atılmalı içine
kilitler anahtarlar fırlatılmalı


yağmur bunu istiyor
damlayı yaprağına bekleyen çiçek
duvarların üstünü yeğleyen çocuk
göğsüme pencere isteyen yürek
pencere bunu gözlüyor


ne desem açılmıyor kapılar
açıl desem diz çöksem dil döksem
omuzlasam olmuyor
kırılmalı kapılar
sabırsız yeryüzü bunu bekliyor

*Yüzlerce Yıl Yeşil

yüzlerce yıl yeşil gözlerine baksam
kırpmadan yaşartmadan
uyumak beynimin inilmez kuyusundan
çekilse kirpiklerinle
alınsa taze badem kabuğu gibi gözlerimden

ne büyük bir yitim gözlerin varken
gözlerimi yummak
büyütülse büyütülse günün doğuşu gibi
çevren'den çevren'e gök kubbe yeşil gözlerin
sarı saçların çiçek yaprak rüzgârı
göğsün bahar
uzansam yağmur kokun çalsa
çevren'den çevren'e gök kubbe yeşil gözlerin
günün batışı yok
yüzlerce yıl yeşil gözlerine baksam
yüzlerce yıl yeşil

ölür müyüm

*Sevdim Çocuk Yanımla

bu çocuğu bir abinin
çatık kaşıyla sevdim
ablamın derdime düşen
uykusuz başıyla

çocuktu, beyaz güvercinler
gözündeki saçaklardan
küren küren kalkıyordu

sonra bir annenin
yüzünde çizgiyle sevdim
babamın dışkapıda direk
oyuksuz gözüyle

çocuktu kitap sayfalarından
uçuşan harflerin kanadında
tümce tümce özgürlüğe

sonra bir dostun
kucaklar tokasıyla sevdim
yoldaşımın yitik yolda
şaşmaz pusulasıyla

çocuktu darasız terazisiz
dünyayı çıplak gözüyle
gram gram tartıyordu

ve sonra bir sevgili gibi sevdim
benliğimi salıverdim göğüne
terzi bildim acemi aşkını
ustaca parçalanmış yüreğime

sevdim en çocuk yanımla
bir çocuk bir çocuğu
nasıl severse öyle